4 tarafı duvarlarla çevrili bir odanın içerisindeyim. Ne oturacağım bir sandalye, ne de bir halı vardı. Boş düşüncelerimin aynası olmuştu; bu oda. Zihnimdeki düşüncelerimin yansıması…
Sabah oluyor ve tekrar gece…
En sevdiğim; güneşin batışıyla kendisini semada heybetiyle tüm âlemlere gösteren ayın, pencereme vurması…
Beni benden alan; ışığıydı. Hele dolunay zamanı; pencereye gelip, başımı kaldırıp, semada raks eden yıldızların içerisinde onu görmem. Anlatılmaz bir duygu, sadece yaşayarak öğreneceğim, tecrübe edebileceğim bir zamandır; dolunay…
Beton yığınları arasında kalmış vücudum, zihnimdeki her düşüncenin elekten geçmesine sebep olmuştu. Ne iyimser bir tarafım, ne de gülen bir yüz ifadem kalmıştı. Karamsar halim; aklımdan başlayıp vücudumu esir almıştı. Penceremdeki dolunay bile, artık mutlu etmiyordu beni. Dünyaya bakış açım, git gide kötü bir hal alıyordu.
Dolunay yerini güneşe bırakmasına ramak kala, penceremden bir ses geldi. Odanın köşesinde iki büklüm olan vücudum, bu sesle irkildi. Boş düşüncelerimi bir yana bırakıp, nöronlarım harekete geçerek, olduğum yerden kalktım. Penceremin yanına gelip; sarı benekli, mavi başlı, gökkuşağı renklerini barındıran iki kuşu gördüm. Yan yana gelmiş, birbirlerine karşı ötüşüyorlardı. Bir şey anlatmaya çalışıyorlardı. Dinleyici olmuştum. Ötüşleri, beni benden almıştı. Bir ninni gibi geliyordu.
Bir süre sonra atışmaları son bulmuştu ve beni görmeleriyle birlikte kanatlarını, gökyüzüne doğru çırptılar. Semada süzülerek gözlerden kayboldular.
Güneşin ilk ışıkları pencereme yansıyordu ve sıcaklığını iliklerime kadar hissedebiliyordum. Vücudumu, sıcaklığına teslim etmiştim. Penceremden içeriye girmesini ve odanın her tarafına nüfuz etmesini istedim. Ellerimi iki yana uzatıp, parmak uçlarımın üzerine çıkarak; ‘derin bir ohhh’ çektim. Gün yeni başlıyordu ve güzel bir gün olması için zihnimi; yeni ümitlerle doldurdum.
Yeni güne bir; ‘merhaba’ yolladım.
Saygılarımla...