İnsanların kanını emerek büyüyen ve semiren emperyalizmin dünya üzerindeki en büyük düşmanı idealizm ve idealist insanlardır. Her milletin içindeki idealist gruplara düşman olan emperyalizm, işbirlikçi maşaları aracılığıyla idealizmi bitirmek ve idealist insanları yok etmek için çeşitli zamanlarda bir takım oyunlar sahneye koymuştur.
Ülkemizde de; 12 Eylül darbesini gerçekleştiren ABD’nin “Bizim Çocuklar” payesi vererek ödüllendirdiği beş paşa;
İdealist ülkücü gençliği işkence tezgahlarından geçirdiler, darağaçlarına çıkardılar, yurtdışına sürdüler, müebbet cezası verdiler fakat hiç biri ülkücülerin kalplerindeki idealistlik ateşini söndürmeye yetmiyordu, ülkücü gençler idam sehpasına çıkarken bile “Mustafa'lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır” diye haykırıyorlardı…
Ülkücüleri ahlaki yönden çökertmek için askeri cezaevlerinde kurdukları kapalı devre yayın sitemleriyle iğrençlik derecesinde müstehcen filmler yayınladılar, tepki olarak koğuşlardaki televizyonların hepsi parçalandı ve koridorlara fırlatıldı…
Ülkücüleri bölmek için “Yeşil Kuşak” kod adıyla bir proje başlattılar, askeri cezaevlerine menşei belli olmayan kamyonlar dolusu kitap gönderildi, beyin yıkama seansları düzenlendi. Kitap, dergi mecmua yayınlasınlar diye milyonlarca lira para gönderildi ama “Yel kayadan ne götürür misali” ancak üç-beş kişinin kafasını karıştırıp, arkadaşlarından koparabildiler.
Bu arada cezasını çekip tahliye olan ülkücüler; “Nerede kalmıştık” diyerek teşkilatlarına koşuyor, kaldıkları yerden devam etmek için görev alıyorlardı. Yani ülkücüler dimdik ayaktaydı, yılmıyorlardı, yıkılmıyorlardı… O zaman imanlarını zayıflatmak gerekiyordu; yeni plan devreye sokuldu. ANAP kadrolarında seçme ülkücülere yer verildi, İl Başkanı, Belediye Encümeni, Belediye Başkanı, Milletvekili hatta Bakanlık koltuğuna bile ülkücüler oturtuldu. Hepsinin gerekçesi aynıydı, “Biz davamıza buradan hizmet ediyoruz” fakat bir müddet sonra ihale, aracılık, iş takipçiliği gibi kötü tezgahların içine düşenler oldu. Zaten boğazından bir lokma bile haram geçenlerin ülkücülük surlarında bir gedik açılmış oluyordu ki; artık o insanın iflah olması da ülkücü kalabilmesi de mümkün değildi. Zaman içinde bu insanlar kendilerini savunabilmek için ülkücü teşkilata iftiralar atıyorlar, çeşitli mazeretler uyduruyorlardı, sonunda emperyalizmin istediği olmuştu. Aramıza nifak/tefrika girmişti. Mili Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un;
Girmeden bir millete tefrika, düşman giremez.
Toplu atınca yürekler, top bile sindiremez!
Mısralarını doğrularcasına ülkücülerin bir kısmı, biri birlerinden uzaklaşmışlar, biri birlerini beğenmemeye başlamışlar ve Başbuğa itaat etmez olmuşlardı. Nitekim, 4 Nisan 1997 gecesi Başbuğ Hakka yürüyünce, Türkiye’nin ve dünyanın her yerinden ülkücüler Ankara’ya akın ettiler… Takvimler 8 Nisan’ı gösterdiğinde bir milyon ülkücü Ankara’nın caddelerini, sokaklarını, camilerini, otellerini parklarını doldurmuş, Başkent trafiğe kapatılmış ve milyonlarca ülkücü tek yürek, tek ses; “Başbuğum hakkını helal et bize” diye haykırıyor. Tekbirler getiriliyor, her caddenin başına konuşlandırılan seçim otobüslerinden Kur’an-ı Kerim sesi dalga dalga semaya yükseliyordu… Cansız bedenini Beştepe’deki ebedi istirahatgahına bıraktıktan sonra memleketlerine dönen ülkücüler biri birlerine daha bir mahcubiyetle bakmaya başlamışlardı. İki yıl sonra yapılan seçimlerde MHP’nin oyu tam iki katına çıkıyordu… Artık MHP Türkiye’nin üç büyük partisi arasındaydı ve öyle de kalmaya devam etti. Fakat, Başbuğun fikirlerini ülke idaresinde hayata geçirebilmek için daha fazla oya ve sandalye sayısına ihtiyaç vardı…
Ülkemiz 1960’da, 1970’de ve 1980’de olduğundan daha zor ve kötü bir dönemden geçiyor. Aziz vatanın sosyal ve ekonomik anlamda bütün kaleleri işgal edilmiş, bütün tersanelerine el konulmuş durumda ve ülkücüler yine tehlikeyi ilk fark edenler arasındalar. Devletimiz ve milletimiz karşı karşıya kaldığı bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için genç-yaşlı, kadın-erkek bütün ülkücüler MHP çatısı altında birleşmeye başladılar. AKP’nin listelerinde birkaç ülkücüye yer vererek MHP’den oy çalma projesi de tutmadı. Çünkü içinde bulunduğumuz durumun vahametini ülkücüler idrak etmiştir. Bu yüzden 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde MHP tarihinin en yüksek oyunu alacaktır. Bu tezimizin doğruluğunu teyit etmek isteyen Şanlıurfalılar 4 Nisan 2011 Yatsı Namazında Sarayönü Yusufpaşa Camiinde bulunmaları halinde ülkücülerin nasıl biri birlerine kenetlendiğini göreceklerdir. O akşam Cennet Mekan Başbuğ Alparslan Türkeş’in ruhu için okutulacak mevlid huşu içinde dinlenecek ve hep birlikte dualar edilecek… Bu vesileyle Başbuğun fikirlerini benimseyerek “Ülküdaşlık” ortak paydasında buluşan insanlar biri birleriyle hasret gidermiş, hasbıhal etmiş olacaklardır.
Yetiştirdiği milyonlarca ülkücü sayesinde, Türk devletinin bölünüp parçalanmasına veya Demirperde ülkesi olmasına engel olduğu için Başbuğu bir kez rahmet, minnet ve şükranla anıyor, ruhuna Fatihalar yolluyoruz!