TERCİH BİZİM VE SUÇLU BİZİZ
Genel olarak yapılan en büyük hatalardan biri, Kur’an-ı Kerimi sadece mealinden okuyup tefsirini okumamaktır. Diğer bir hata ise Kur’an Ayetlerini olduğu gibi açık manası ile düz mantıkla okumaktır.
Rabbim insanlara hayvanlardan ayrı olarak 4 meziyet vermiştir. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı, güzel ile çirkini birbirinden ayırt etme meziyetleri... İnsanlar bu meziyetleri ile hayvanlardan ayrılır ve imtihandan geçirilir.
İnsanlar cuz’î yani sınırlı bir iradeye sahiptir. Yani insanda kendi iradesi ile hareket etme yeteneği vardır. İnsanların doğduğu tarih, doğduğu ülke, rengi, cinsiyeti vs. ise kendi iradeleri ile olmayıp külli irade dediğimiz Rabbimizin takdiri ile belirlenmiştir. Bizler bunlardan ötürü sorumlu tutulmayız. Ancak kendi irademiz ile vermiş olduğumuz kararlar ve yapmış olduklarımız nedeniyle günah kazanırız, günahkâr ve suçlu addediliriz.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerimin birçok ayetinde hidayet ve delaleti kendimizin seçtiğini, iman ve inkârı kendimizin tercih ettiğini, dünya veya ahiret yönünde tercihin kendi kararımız ile olduğunu açıkça belirtmektedir.
Örneğin; “Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar.” (İsra, 15) Görüleceği üzere hidayet ve delaleti hak etmenin kendi tercih ve çabamıza ait olduğu açıkça belirtilmektedir. “Böyle her insanın amelinin kendi boynuna takılmasının mânâsının özü daha fazla açıklanarak buyuruluyor ki: "Kim doğru yola gelirse, sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar..." İyi amma herkes hidayet ve sapıklığı nasıl belirlesin, denecek olursa, bu varsayılan soruya cevap olarak buyuruluyor ki: Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz. Peygamber gönderilince de hidayet ve sapıklık tebliğ edilmiş olur. Fakat onu kabul edip etmemek herkesin kendi boynuna, kendi iradesine bağlıdır.” (Hak Dini Kuran Dili/Elmalılı)
“Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir, kim kötülük yaparsa, artık o da kendi aleyhinedir.” (Casiye, 15) Yine Ayet-i Celilede görüleceği üzere insanın lehine olan salih ameller yani sevap kazandıran fiiller ve günah kazandıran kötülükler insanların kendisi tarafından tercih edilip kendi aleyhine kendisi işlemektedir.
“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz.” (Zümer, 7)
“De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 29)
Her iki Ayet-i Kerimeden açık bir şekilde anlaşılacağı üzere iman ve inkâr kendi inisiyatifimizde olup Rabbimiz inkâr etmemizden razı olmadığını bizim iman etmemize de muhtaç olmadığını yani bizim buna muhtaç olduğumuzu belirtmektedir.
Nitekim İnsan Suresi 3. Ayet-i Kerimesinde; “Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör” buyurarak insana doğru yolu gösterdiğini -ki bunu da Peygamberleri ve onlara göndermiş olduğu Kitaplarla gösterir- insanın nankörlük etmesinin de şükretmesinin de kendi elinde ve tercihinde olduğunu açıkça belirtmektedir.
“Artık kim doğru yolu tutarsa kendi lehine bu yolu seçmiş, kim de saparsa kendi aleyhine sapmış olur.” (Yunus, 108) Görüleceği üzere Yunus Suresinin bu ayetinde de doğru yolu da yanlış yolu da kendi tercihlerimiz ile seçtiğimiz açıkça belirtilmektedir.
“Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.” (İsra, 84) Rabbimiz geçmiş ve geleceği, insanın neyi niçin yaptığını en iyi bilendir. “Kim dine ve dünyaya yararlı bir iş yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur. Senin Rabbin kullarına asla haksızlık etmez.” (Fussilet, 46) İnsanlar yararlı ve zararlı işleri kendisi işler. Yararlı işler yaptığında kendi lehine zararlı işler işlediğinde ise kendi aleyhinedir bu. Rabbimizi bundan dolayı hâşâ suçlayamayız. “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder.” (Necm, 39) “Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar.” (Yunus, 44) “Biz onlara zulmetmedik ama onlar kendilerine zulmettiler.” (Hud, 101)
Evet, biz bu dünya tarlasında ekip biçen insanlarız. Ahirette de ne ektiysek onu biçeceğiz. Kazandığımız her şey kendi çabamızın, kendi yapıp ettiklerimizin sonucudur. Bu dünyada Rabbimin yasakladığı, haram ve günah saydığı her şeyi işleyen, Allah’a isyan eden, Allah’ın ayetleri ile dalga geçip inkâr edenler tüm bunları kendi iradeleri ile tercih etmektedir. Yani cennetimizi de dayayıp döşeyip hazırlayanlar bizleriz; cehennemimizi de azab ile doldurup yakıp tutuşturanlar yine bizleriz. Ve yarın azab ile karşılaştığımızda Rabbimiz olan Allah’ı suçlayamayız. Rabbimiz olan Allah, kullarına karşı merhametlidir. “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk, 2)
Rabbimiz; “Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin.” (Maide, 105) buyurarak Kur’an’ın ve Peygamberi Aleyhisselamın bizleri sorumlu tuttuğu emir ve yasaklar konusunda, dikkatli olmamız yönünde uyarmaktadır. Sonuç olarak “O (Allah), yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.” (Enbiya, 23)
“Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükâfatını isterse, ona da ondan veririz.” (Ali İmran, 145) “Kim âhiret kazancını isterse onun bu kazancını arttırırız; kim dünya kazancını tercih ederse ona da bundan veririz; ama onun âhirette hiçbir nasibi olmaz.” (Şura, 20) Ayet-i Kerimelerden de anlaşılacağı üzere katî manada sadece dünyayı isteyenlere dünya nimetlerinin ve kazancının onlar için açılıp artırılacağı vaat edilmektedir. Ancak ahiret için bir kazançlarının olmayacağı uyarısı da yapılmaktadır. Yine katî manada sadece ahireti isteyenler için bunun yollarının kendileri için açılacağı ve ahireti kazanacakları vaat edilmektedir.
Ancak Rabbimiz bize doğru yolu şu şekilde öğretmektedir. “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” (Bakara, 201) Evet, Rabbimiz bu Ayet-i Kerimede bizden hem dünyayı hem de ahireti istememiz ve cehennemden koruması için O’na sığınmamızı istemektedir.
Bu Ayet-i Kerimelerden de anlaşılacağı üzere dünya ve ahiret yönündeki tüm eylemlerin kendi istek ve irademize bağlı olduğu açıkça görülmektedir.
İnsan genel itibari ile yapmış olduğu hata, yanlış ve günahları kabullenmez. Bunlar için bahaneler, suçlayacak farklı hedefler bulmaya çalışır. Bunlar içerisinde en acımasızı ise yapmış olduğu tüm bu cürümler için Rabbimiz olan Allah’ın suçlanmasıdır. Genel itibari ile kader ve irade ön plana atılmaktadır. Kendileri açısından onları haklı çıkaracak birkaç ayet mealini de delil göstererek hâşâ tüm yaptığı cürümleri yaptıranın Allah olduğunu söyleyebilecek kadar kendilerini kaybedebilmektedirler.
Dedikleri gibi bir durum olsaydı Allah bizleri uyaracak Peygamberler ve Kitaplar göndermezdi. Zaten bizler rüzgâr önündeki yapraklar gibi o bizi nereye sürüklerse oraya uçuşan yapraklar misali zaten herhangi bir sorumluluğumuz da olmazdı. Ancak o zaman insanlar neden cennet ve cehennem diye iki yer ile cezalandırılmaktadır?! Bu düşüncede olanlar tabi ki sonuçta hâşâ Allah’ı zalim olarak da suçlayacaklardır.
Yazımızın başından beri bu anlayışın yanlış olduğunu, insanların işledikleri günah ve tercihleri konusunda sorumlu olduklarını, bu meyanda ne kazanıyorlarsa kendilerinin kazandığını ve bu konuda Allah’ı suçlayamayacaklarını açık bir şekilde gördük.
Hz. Ömer Radiyallahu Ânh veba hastalığının etkili olduğu günlerde Şam bölgesine seyahate çıkmıştı. Başkomutan Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh Radiyallahu Ânh ile bölgedeki ileri gelen komutanlar kendisini karşılayıp kötü haberi verdiler. Veba hızla yayılmaktaydı, yola devam etmek, ölüme bir adım daha yaklaşmak anlamına gelebilirdi.
Hz. Ömer (ra) haberi alır almaz Abdullah b. Abbâs’tan (ra) ilk muhacirleri toplantıya davet etmesini istedi. Hangi tedbirleri alması gerektiğini soracak, bir karara varacaktır. İstişareler sırasında bazıları Hz. Ömer’in (ra) belirli bir gaye için yola çıktığını, bölgeye girmeden geri dönmesinin uygun olmadığını, diğerleri vebalı bölgeye girilmemesi gerektiğini savundular.
Muhacirlerle yaptığı toplantıyı sona erdirdikten sonra Hz. Ömer (ra), Ensâr’ın ileri gelenleriyle de bir toplantı yaptı; fakat bir sonuca varılamadı. Bu defa Mekke’nin fethinden sonra hicret eden yaşlıların çağrılmasını istedi. Onlar hep bir ağızdan hastalığın yayıldığı bölgeye girmemesi, hemen geri dönmesi gerektiğini söyleyince “Sabah yola çıkıyorum. Siz de yola çıkmak üzere hazırlıklarınızı yapın” talimatını verecekti.
Bunun üzerine Hz. Ebû Ubeyde (ra), “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sitem edince Hz. Ömer (ra), “Ey Ebû Ubeyde! Keşke bu sözü sen değil de başkası söyleseydi! Evet, Allah’ın kaderinden, Allah’ın kaderine kaçıyoruz! Bir deve sürün olsa, bir tarafı çorak, bir tarafı verimli bir vadiye götürsen, onları verimli yerde de çorak yerde de otlatsan Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?”
O sırada ortalıkta görünmeyen Hz. Abdurrahman Bin Âvf (ra) çıkageldi. Aralarındaki konuşmayı duyunca “Bende bunun cevabı olabilecek bir bilgi var. Allah’ın Elçisi’nin şöyle dediğini duydum: ‘Bir yerde veba olduğunu işitirseniz oraya girmeyin. Eğer bulunduğunuz yerde veba ortaya çıkarsa oradan ayrılmayın.’ Hz. Ömer, onun naklettiği hadisi işitince Allah’a hamd ederek oradan ayrıldı (Buhârî, Tıb, 30)
Hatalar, yanlışlar ve günahlar bize aittir. İslam eksiksiz ve tertemizdir. Vallahu âlem; Ve axiru dâvana ânil hamdulillahi rabbil âlemin.